|
Tarih: Kasim, 1922.
Çeviri Tahiri: Marksist
Tutum, Temmuz 1995.
MIA'dan Çeviri: 04.2005.
Komintern’in İkinci Kongresi, proletarya diktatörlüğü ve emperyalizm arasındaki uzayan mücadele döneminde, ulusal sorun ve sömürge sorunu konusundaki ilkelerinin genel bir ifadesini, Doğu’da Sovyet deneyimini ve sömürgelerde ulusal devrimci hareketlerin ilerleyişini temel alarak kaleme almıştı.
O zamandan bu yana, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki emperyalist baskıya karşı mücadele, emperyalizmin savaş sonrası ekonomik ve politik krizinin şiddetlenmesinin bir sonucu olarak çok daha keskin bir hale gelmiştir. Bunun göstergeleri şunlarda açığa çıkıyor:
1. Türkiye’nin bölünmesini öngören Sevr antlaşmasının iflâsı ve Türkiye’nin ulusal ve politik bağımsızlığının tam olarak yeniden kurulması olasılığı;
2. Hindistan, Mezopotamya, Mısır, Fas, Çin ve Kore’de, ulusal devrimci hareketlerin şiddetli gelişimleri;
3. Japon emperyalizminin, kendi ülkesinde, burjuva demokratik devrimin öğelerinde ve Japon proleter hareketinin bağımsız bir sınıf mücadelesine doğru evriminde hızlı bir gelişimi kışkırtan ümitsiz içsel krizi;
4. Doğu’nun tüm ülkelerinde işçi hareketlerinin canlanışı ve pratikte tüm bu ülkelerde komünist partilerin oluşması.
Adlarını saydığımız bu olgular, sömürge devrimci hareketlerinin toplumsal temelindeki bir değişim ile eşanlamlıdır; bu değişim, önderliği artık yalnızca, emperyalizmle uzlaşmaya hazırlanan feodal öğelerin ve ulusal burjuvazinin elinde olmayan, şiddetlenen bir anti-emperyalist mücadeleye yol açıyor.
1914-18 emperyalist savaşı ve emperyalizmin bunu izleyen süregelen krizi –her şeyden önce Avrupa emperyalizminin krizi– sömürgeler üzerinde büyük güçlerin ekonomik denetimini zayıflattı.
Diğer taraftan, Avrupa kapitalizminin politik etkisini ve ekonomik temelini daraltan bu faktörler sömürgeler için girişilen emperyalist rekabeti keskinleştirdi ve böylece bir bütün olarak emperyalist dünya sisteminin dengesini sarsmış oldu (petrol kavgası, Anadolu’da Anglo-Fransız çekişmesi, Pasifik’te Japon-Amerikan rekabeti vb.).
Şüphesiz sömürgelerdeki emperyalist baskıların zayıflaması, çeşitli emperyalist gruplar arasındaki rekabetin sürekli bir biçimde şiddetlenmesi ile birlikte sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde yerli kapitalizmin gelişimini kolaylaştırdı; bu yerli kapitalizm, büyük güçlerin emperyalist egemenliklerinin dar ve engelleyici sınırlarının ötesine taştı ve bu süreç halen devam ediyor. Bugüne değin, büyük güçlerin sermayesi, geri ülkeleri dünya ticaretinden yalıtmak ve böylece bu ülkelerin ticari, endüstriyel ve mali açıdan sömürüsünden aşırı-kâr etme tekelci hakkını güvence altına almak için çabalamıştı. Sömürgelerdeki ulusal hareketlerce geliştirilen ulusal ve ekonomik bağımsızlık talebi, bu ülkelerdeki burjuvazinin gelişiminin gereksinimlerini dile getirir. Sömürgelerdeki yerli üretici güçlerin gelişimi, emperyalizmin özü, tekelci aşırı-kârların kazanılması için dünya ekonomisinin farklı alanlarındaki üretici güçlerin gelişmesinin farklı aşamalarını sömürmekten oluştuğu için, dünya emperyalizminin çıkarları ile uzlaşmaz bir çatışma içine girdi.
Sömürgelerin geriliği, feodal ve feodal-ataerkil ilişkilerden kapitalizme geçişin farklı aşamalarını yansıtan, emperyalizme karşı verilen ulusal devrimci mücadelelerin çeşitliliğinde dile getiriliyor. Bu çeşitlilik, bu hareketin ideolojisine özel bir damga vuruyor. Kapitalizm sömürge ülkelerde feodal temellerde yükseldiği ve çarpık ve yetersiz geçişsel biçimlerde geliştiği ölçüde (ki bu ticari sermayenin üstünlüğüne yol açıyor) burjuva demokrasisinin, feodal-bürokratik ve feodal-tarımsal öğelerden ayrışması, genellikle dolambaçlı ve uzayan bir yoldan ilerliyor. Emperyalizm, tüm geri ülkelerde yerli toplumun feodal üst sınıflarını (ve kısmen yarı-feodal, yarı-burjuva sınıfları da) kendi egemenliğinin uygulama araçlarına dönüştürdüğünden (Çin’de askeri valiler –Tuchuns–, Hindistan’da yerli aristokrasi ve arazi vergisi veren çiftçiler –zemindarlar [büyük arazi sahipleri –ç.n.] ve talukdarlar [yerli yöneticiler –ç.n.]–, İran’da feodal bürokrasi ve aristokrasi, Mısır’da az ya da çok kapitalist plantasyon sahipleri, vb.), bu dolambaçlı ve uzayan ayrışma süreci, emperyalist baskıya karşı başarılı bir kitle mücadelesi vermenin önündeki en önemli engeli oluşturuyor.
Sömürge ve yarı-sömürge halklarının egemen sınıflarının, emperyalizme karşı verilen mücadele devrimci bir kitle hareketi biçimine büründüğü ölçüde bu mücadeleye önderlik etmekte isteksiz ve yetersiz olmalarının nedeni de budur. Yalnızca feodal-ataerkil ilişkilerin, yerli aristokrasiyi kitlelerden tamamıyla ayrıştıracak kadar parçalanmadığı yerlerde –göçerler ve yarı-göçerler örneğinde olduğu gibi– bu üst katmanların temsilcileri emperyalist baskıya karşı girişilen mücadelenin aktif bir önderi olarak öne çıkabiliyorlar (Mezopotamya, Moğolistan).
Müslüman ülkelerde ulusal hareketler ideolojisini ilkin pan-İslâmizmin dini-politik sloganlarında buluyor ve bu, büyük güçlerin resmi görevlileri ve diplomatlarının bu harekete karşı verdikleri mücadelede geniş kitlelerin önyargılarını ve cahilliklerini sömürmelerini sağlıyor (İngiliz emperyalizminin pan-İslâmizm ve pan-Arabizm ile oynaması, İngilizlerin halifeliği Hindistan’a aktarma planları, Fransız emperyalizminin “Müslüman sempatisi” üzerine giriştiği oyunlar...). Ancak ulusal kurtuluş hareketleri büyüyüp, genişlediği ölçüde, pan-İslâmizmin dini-politik sloganları giderek yerlerini somut politik taleplere terk ediyorlar. Son günlerde Türkiye’deki mücadelenin geçici iktidarı halifelikten mahrum etme yoluna girmesi bunu doğruluyor.
Tüm ulusal devrimci hareketler için geçerli olan temel görev politik bağımsızlığı kazanmak ve ulusal birliği meydana getirmektir. Bu sorunun gerçek ve mantıksal olarak uygun olan çözümü, böyle bir ulusal hareketin ne dereceye kadar gerici feodal öğelerle ayrışabildiğine, geniş çalışan kitleleri kendi hedeflerine ne ölçüde kazanabildiğine ve bu kitlelerin toplumsal taleplerine kendi programında yer verip vermemesine bağlıdır.
Bağımsız devlete duyulan ulusal isteği dile getirenlerin, tarihsel koşulların çeşitliliği nedeniyle, çok farklı biçimlerde olabileceği olgusunu tüm açıklığı ile kavrayan Komünist Enternasyonal, emperyalizme karşı her ulusal devrimci hareketi destekler. Aynı zamanda Enternasyonal akıldan çıkarmamıştır ki; yalnızca, en geniş kitleleri aktif mücadeleye çekmek için tasarlanmış yerinde bir devrimci politika ve kendi sınıf hakimiyetlerinin çıkarları uğruna emperyalizmle her türlü uzlaşma yandaşlığı ile bağların tam koparılması, ezilen kitlelerin zaferine yol açabilir. Yerli burjuvazi ve feodal-gerici öğeler arasındaki bağ, emperyalistlere, tüm feodal anarşiyi, farklı liderler ve ırklar arasındaki rekabeti, kent ve kır arasındaki antagonizmayı, kastlar ve dini tarikatlar arasındaki mücadeleyi, ulusal hareketi dağıtmak amacıyla kötüye kullanmanın yolunu açıyor (Çin’e, İran’a, Kürdistan’a, Mezopotamya’ya bakın).
Birçok Doğu ülkesinde (Hindistan, İran, Mısır, Suriye, Mezopotamya) tarım sorunu, büyük güçlerin despotizminin boyunduruğundan kurtulma mücadelesinde birincil bir öneme sahiptir. Geri ulusların köylü çoğunluğunu sömürerek ve yok ederek emperyalizm, onları varoluşlarının temel araçlarından mahrum etmektedir. Çok az gelişmiş ve birkaç merkezle sınırlı kalmış olan endüstri, herhangi bir göç olanağından da mahrum edilen bu tarım nüfusu fazlasını sindirme yeteneğinde değildir. Toprağında kalarak sefalete sürüklenen köylüler serfleşiyorlar. Gelişmiş ülkelerde savaştan önce endüstriyel kriz toplumsal üretimin regülatörü görevini üstlenirken, sömürgelerde bu rol kıtlık tarafından oynandı. Emperyalizm, en az sermaye çıkışı ile en fazla kâr elde etmekte büyük çıkarlara sahip olduğundan, geri ülkelerde olabildiği kadar uzun emek-gücü sömürüsünün feodal-tefeci biçimini desteklemektedir. Ender durumlarda, Hindistan’da olduğu gibi, yerli feodal devletin toprak tekelinin yönetimini ele alıyor ve toprak vergilerini büyük güçlerin sermayesine ve onun hizmetkârlarına –zemindarlar ve talukdarlar– verilecek haraç şekline sokuyor; diğerlerinde, İran, Fas, Mısır vb gibi, büyük toprak sahiplerinin yerli örgütleri aracılığıyla hareket ederek, toprak rantlarını sağlama bağlıyorlar. Toprağı feodal yükümlülük ve sınırlamalardan kurtarma mücadelesi böylece emperyalizm ve feodal büyük toprak sahiplerine karşı bir ulusal kurtuluş mücadelesi karakterine bürünüyor. Bunun örnekleri, 1921 sonbaharında, Hindistan’daki İngilizlere ve feodal toprak sahiplerine karşı gerçekleşen Moplah ayaklanmasında ve 1922’deki Sih ayaklanmasında yaşandı.
Yalnızca, hedefi büyük malikâneleri kamulaştırmak olan bir tarım devrimi devasa köylü kitlesini harekete geçirebilir; bu devrim, emperyalizme karşı verilen mücadele üzerinde belirleyici bir etki uygulamaya yönelmiştir. Burjuva milliyetçilerinin (Hindistan, İran ve Mısır’da) tarım sloganlarından duydukları korku ve bu sloganları mümkün olduğunca budama kaygıları, yerli burjuvazi ile feodal ve feodal-burjuva toprak beyleri arasındaki sıkı bağlantının ve bu birincilerin, ikincilere politik ve entelektüel bağımlılığının delillerini oluşturmaktadır. Bu sendeleme ve duraksamalar, tüm devrimci unsurlar tarafından sistematik bir eleştiri ve milliyetçi hareketin burjuva liderlerinin ürkekliğinin teşhiri için kullanılmalıdır. Hindistan’da işbirliğini dışlayan taktiklerin başarısızlığının gösterdiği gibi, çalışan kitleleri örgütleme ve bir araya getirme yoluna engeller koyan şey, tam da bu ürkekliktir.
Doğu’nun geri ülkelerindeki devrimci hareketler, geniş köylü kitlelerinin eylemine bel bağlamadıkça başarılı olamazlar. Bu nedenle tüm Doğu ülkelerinin devrimci partileri, feodal sistemin ve bu sistemin büyük toprak sahipliği ve kiracılık biçimindeki kalıntılarının tamamen tasfiye edilmesi talebini ortaya koyan açık bir tarım programı formüle etmelidirler. Köylü kitlelerini ulusal kurtuluş mücadelesine aktif bir katılım içine çekmek üzere bu partiler, toprak sahipliğinin yasal zemininde radikal bir değişim için propaganda yürütmelidirler. Aynı zamanda, burjuva milliyetçi partileri olabildiğince büyük ölçülerde bu devrimci tarım programını benimsemeye zorlamak da bir zorunluluktur.
Doğu’daki genç işçi hareketi yerli kapitalizmin son dönemki gelişiminin bir ürünüdür. Bugüne kadar bu ülkelerdeki –en gelişmiş olanlarında bile– işçi sınıfı, usta ve zanaatkâr emeği ile büyük kapitalist fabrika arasında bir geçiş aşamasında bulunuyordu. Burjuva milliyetçi entelijensiya devrimci işçi sınıfı hareketini emperyalizme karşı mücadele içine sürüklediğinden, bu sınıfın temsilcileri aynı zamanda başlangıçta, yeni kurulmuş sendika örgütleri ve bunların faaliyetlerinde de ön saflara geçtiler. İlk önceleri proletarya bu faaliyetlerde, burjuva demokrasisinin “genel ulusal” çıkarları çerçevesinin ötesine geçmedi (Çin ve Hindistan’daki emperyalist bürokrasi ve yönetime karşı gerçekleşen grevlerdeki gibi). Komintern’in İkinci Kongresinin işaret ettiği gibi, genel olarak olan şey şuydu; Sovyet Rusya’nın politik otoritesinin avantajını ele geçiren ve kendilerini işçilerin sınıf içgüdülerine uyarlayan burjuva milliyetçiliğinin temsilcileri, –kendi başlarına bunun her zaman için tam bilincinde olmasalar da– embriyon halindeki proleter birliklerini sınıf örgütlenmesinin doğrudan görevleri yolundan saptırmak amacıyla burjuva demokratik özlemlerini “sosyalist” veya “komünist” bir kılığa büründürdüler (örneğin, Türkiye’deki Yeşil Ordu Partisi’nin pan-Turanizmi komünist renklerle boyaması, Çin’deki Kuomintang’ın bazı liderlerinin “devlet sosyalizmi”ni vazetmesi gibi).
Ne var ki, geri ülkelerde hem sendikalar ve hem de işçi sınıfının politik hareketi geçtiğimiz birkaç yılda büyük ilerleme kaydetti. Pratik olarak Doğu’nun tüm ülkelerinde proletaryanın bağımsız sınıf partilerinin oluşumu, ezici bir çoğunluğun, amatörlük, sekterlik ve diğer birçok eksiklikten kendini kurtarmak için yapacak çok işi olmasına rağmen önemli bir olgudur. Enternasyonal, komünizm bayrağı altında bütün dünya proleterlerinin gerçek uluslararası birliğini anlamlı bir şekilde dile getirdiğinden, Komünist Enternasyonal’in ta başından beri Doğu’daki işçi hareketlerinin gelecekteki olasılıklarına gereken değeri vermesi gerçeği olağanüstü önemlidir. Şu ana kadar İkinci ve İkibuçukuncu Enternasyonaller, kesinlikle, yalnızca Avrupa ve Amerikan emperyalizminin “işveren”i gibi davrandıklarından ötürü, bu geri ülkelerin birinde bile kendilerine taraftar bulamadılar.
Burjuva milliyetçileri işçi hareketini, kendi zaferleri açısından önemi noktasından ele alırlarken, uluslararası proletarya Doğu’daki genç işçi hareketini, devrimci geleceğinin ışığında değerlendirmektedir. Kapitalist yönetim altında geri ülkeler, vahşi bir sömürü ve ezilme ile birlikte büyük güçlerin sermayesine devasa haraçlar ödemeksizin modern teknoloji ve kültürün başarılarını paylaşamaz. Gelişmiş ülkelerin proletaryasıyla ittifak yalnızca emperyalizme karşı verilen ortak mücadelenin çıkarlarınca değil, aynı zamanda Doğu işçilerinin kendi geri üretici güçlerini geliştirmek için çıkar gütmeyen bir yardımı sadece gelişmiş ülkelerin proletaryasının zaferinden alabilecekleri gerçeğince de dayatılmaktadır. Batı’nın proletaryasıyla kurulacak bir ittifak, uluslararası Sovyet cumhuriyetleri federasyonunun yolunu temizleyecektir. Geri ülkeler için Sovyet sistemi, ilkel varoluş koşullarından, dünya ekonomisi alanındaki üretim ve dağıtımın kapitalist yöntemiyle yer değiştirmeye yönelmiş gelişmiş komünist kültüre en sancısız geçiş biçimini sunmaktadır. Bu, Sovyet yapısının, Rusya imparatorluğunun bağımsızlığını kazanmış sömürgelerindeki deneyimi tarafından kanıtlanmıştır. Köylülerin tarım devriminin istikrarlı bir biçimde uygulanmasını yalnızca Sovyet hükümet biçimi sağlayabilir. Önceleri kolektif emek topluluğu tarafından feodal-ataerkil bir zemin üzerinde muhafaza edilen ve daha sonraları kapitalist korsanlık tarafından yavaş yavaş tahrip edilen Doğu’nun belli bölgelerindeki özgün tarım koşulları (doğal sulama) da örgütlü ve planlı bir yoldan toplumsal ihtiyaçlara cevap verebilecek bir devlet örgütlenmesini talep etmektedir. Özgül iklimsel ve tarihsel koşullar göz önüne alındığında, küçük üreticilerin kooperatifleri, genel olarak Doğu’nun tamamında, geçiş döneminde önemli bir role sahip olacaktır.
Sömürge devriminin nesnel görevleri, bu devrimin nihai zaferi dünya emperyalizminin egemenliği ile uyuşamayacağından ötürü, burjuva demokrasisinin sınırlarını aşacaktır. Önceleri yerli burjuvazi ve entelijensiya sömürge devrimci hareketlerinin şampiyonlarıydılar. Ancak proleter ve yarı-proleter köylü kitleleri mücadelenin içine sürüklendikçe, burjuva ve tarım-burjuvazisinin öğeleri, halkın alt sınıflarının toplumsal çıkarları öne çıkmaya başladığı oranda harekete yüz çevirmeye başladılar. Sömürgelerin genç proletaryasının önünde uzun bir mücadele vardır. Bu mücadele, emperyalist sömürüye ve geniş çalışan kitleleri “tarih-öncesi” şartlarda sıkıca tutarken, endüstriyel ve kültürel gelişmenin tüm avantajlarını kendilerine saklamaya ve bunları tekelleştirmeye çabalayan kendi egemen sınıflarına karşı, tüm bir tarihsel dönemi kucaklayan bir mücadeledir.
Köylü kitleleri üzerindeki bu nüfuz mücadelesi yerli proletaryanın politik liderlik rolünü öğrenmesine hizmet etmelidir. Yalnızca bu işin altından kalktıklarında ve kendilerine yakın olan toplumsal katmanlar üzerinde bir nüfuz kazandıklarında, geri kalmış Doğu’da hüküm süren koşullarda Batı’dakinden çok daha ikiyüzlü bir karaktere bürünen burjuva demokrasisine karşı çıkacak bir konumda olacaklardır.
Sömürgelerde komünistlerin emperyalist zorbalığa karşı verilen mücadeleye katılmalarını, kendi bağımsız sınıf çıkarlarının sözde “savunusu” zemininde reddetmek, Doğu’daki proleter devrimi gözden düşürmekten başka bir işe yaramayacak olan en kötü çeşidinden bir oportünizmdir. Eş derecede bir küstahlık da, “ulusal birlik” ya da burjuva demokratlarıyla “iç barış” adına, işçi sınıfının en acil ve günlük çıkarları için verilecek mücadeleden uzak durmaya çalışmaktır. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerinin komünist işçi partilerinin ikili bir görevi vardır: Politik bağımsızlığın kazanılmasını hedefleyen bir burjuva demokratik devrimin görevlerinin mümkün olan en radikal çözümü için savaşmak; ve işçi ve köylü kitlelerin kendi özgül sınıf çıkarları için mücadeleye girmeleri amacıyla onları örgütlemek ve böyle yapmakla milliyetçi burjuva kamptaki tüm çelişkileri suiistimal etmek. Toplumsal talepleri öne çıkararak, burjuva-liberal taleplerin kendisine bir çıkış sunmadığı devrimci enerjiyi ortaya çıkaracaklar ve bunu daha da teşvik edeceklerdir. Sömürge ve yarı-sömürgelerin işçi sınıfı şunu öğrenmelidirler ki; proletaryaya devrimci önderlik rolünü, yalnızca, büyük güçlerin emperyalist boyunduruğuna karşı mücadelenin keskinleştirilmesi ve genişletilmesi sağlayacaktır, öte yandan, emperyalizme karşı verilen mücadelenin devrimci kabarışını yalnızca, ekonomik ve politik örgütlenme ve işçi sınıfı ve nüfusun yarı-proleter katmanlarının politik eğitimi büyütebilir.
Doğu’nun sömürge ve yarı-sömürge ülkelerinin az ya da çok embriyon halindeki komünist partileri, kendilerine kitleye ulaşma şansı verecek her harekete katılmalıdırlar. Bu partiler, ataerkil ve zanaatkâr önyargılara ve işçi birliklerinde hüküm süren burjuva ideolojisine karşı, sendikal örgütlenmenin bu gelişmemiş biçimlerini reformist eğilimlerden korumak ve onları militan kitle örgütlerine çevirmek amacıyla enerjik bir mücadele yürütmekte daha az sorumlu değildirler. Sayısız tarım emekçilerini ve her iki cinsten çırakları günlük çıkarlarının savunusu temelinde örgütlemek için her türlü çaba gösterilmelidir.
Geçiş döneminin güçlerin örgütlü toparlanışınca karakterize edildiği Batı’da hüküm süren koşullarda, öne sürülen slogan, birleşik proleter cephedir. Ancak sömürge Doğu’da günümüzde vurgulanması gereken slogan anti-emperyalist birleşik cephedir. Bu sloganın uygunluğu, tüm devrimci öğelerin seferberliğini talep eden dünya emperyalizmi ile girişilen uzatmalı ve planlı mücadelenin geleceğinden kaynaklanır. Bu seferberlik, yerli egemen sınıflar halk kitlelerinin ölümcül çıkarlarına karşı yönelmiş dış sermaye ile uzlaşmaya meylettiğinden daha da gereklidir. Ve tıpkı, Batı’da, birleşik proleter cephe sloganının, sosyal-demokratların proletaryanın çıkarlarına ihanetinin teşhirine yardımcı olması ve halen de yardım etmesi gibi, anti-emperyalist birleşik cephe sloganı da çeşitli burjuva-milliyetçi grupların tereddütlerini teşhir etmeye yardım edecektir. Bu slogan aynı zamanda devrimci istekliliğin gelişimine ve işçi kitlelerinin sınıf bilincinin berraklaşmasına ön ayak olacak ve onları yalnızca emperyalizme karşı değil, aynı zamanda feodalizmin kalıntılarına karşı da savaşanların ön saflarına geçirecektir.
Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki işçi hareketleri her şeyden önce bir bütün olarak kendisi için anti-emperyalist cephede bağımsız bir devrimci faktör konumunu kazanmalıdır. Burjuva demokrasisi ile geçici anlaşmalar, yalnızca, bu işçi hareketinin bağımsız bir politik faktör olarak önemi kavrandığında ve politik bağımsızlığı güvence altına alındığında izin verilebilir ve zorunlu bir şey olabilir. Varolan güç dengeleri, proletaryanın kendi Sovyet programının gerçekleştirilmesini acil görev haline getirmesine izin vermediği ölçüde, proletarya kısmi talepleri destekleyecek ve bizzat kendisi ortaya atacaktır, örneğin, bağımsız demokratik cumhuriyet, kadınların eşit olmayan yasal statülerinin lağvedilmesi talepleri... Aynı zamanda, köylüler, yarı-proleter kitleler ve sanayi işçileri hareketleri arasında politik bağın yaratılmasına ön ayak olan sloganları öne sürmenin yolunu da bulacaktır. Anti-emperyalist birleşik cephe taktiğinin en önemli fonksiyonlarından birisi, geniş çalışan kitleleri uluslararası proletarya ve Sovyet cumhuriyetleri ile bir ittifakın zorunluluğu konusunda aydınlatmasıdır. Sömürge devrimi ancak oldukça gelişmiş ülkelerdeki proleter devrimleriyle yan yana bir şekilde zafer kazanabilir ve zaferini koruyabilir.
Burjuva milliyetçiliği ile bir ya da birkaç rakip emperyalist güç arasında bir anlaşmaya varılması tehlikesi, Çin ya da İran gibi yarı-sömürge ülkelerde ya da Türkiye gibi emperyalistler arası çekişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda istismar ederek bağımsızlık için mücadele eden ülkelerde, sömürge ülkelerden çok daha büyük bir tehlikedir. Bu türden her anlaşma, yerli egemen sınıflar ile emperyalizm arasında, iktidarın bütünüyle eşitsiz bir bölüşümü anlamına gelir ve biçimsel bağımsızlık örtüsü altında ülkeyi, dünya emperyalizminin hizmetinde yarı-sömürge bir tampon devlet olan eski konumunda bırakır. İşçi sınıfı şunun farkındadır ki; emperyalizme karşı verilen devrimci kurtuluş mücadelesinde bir nefeslik bir alan kazanabilmek için kısmi ve geçici uzlaşmalar yapmak kabul edilebilir ve zorunlu olan bir şeydir, ancak emperyalizm ile yerli egemen sınıflar arasında, bu ikincilerin sınıf ayrıcalıklarını korumak için tasarlanmış açık ya da üstü kapalı bir iktidar bölüşümü girişimine karşı mutlak ve uzlaşmaz bir muhalefet yürütülmelidir. Proleter Sovyet cumhuriyetleri ile sıkı bir ittifak talebi, anti-emperyalist birleşik cephenin manivelasıdır. Bu sloganın öne sürülmesine ek olarak, sosyal ve politik olarak en gerici öğeleri ülkede buldukları destekten yoksun kılmak ve işçilerin, kendi sınıf çıkarları (demokratik bir cumhuriyet talebi, tarım reformu, mali reform, yönetimin geniş yerel hükümetler zemininde yeniden örgütlendirilmesi, iş yasaları, çocukların korunması, ana ve çocuk sağlığı, vb.) için verdikleri mücadelede örgütsel bağımsızlığını garanti altına almak amacıyla en kararlı mücadele, politik sistemin mümkün olan en geniş demokratikleşmesi için yürütülmelidir. Bağımsız Türkiye’de bile, işçi sınıfı birlik kurma özgürlüğünden yararlanamıyor ki bu, burjuva milliyetçilerinin proletarya karşısındaki tutumlarının bir göstergesidir.
Anti-emperyalist birleşik cepheyi örgütleme gereksinimi, emperyalist rekabetin süre giden ve kesintisiz yoğunlaşması tarafından daha da dayatılmaktadır. Bugün bu öyle şiddetli bir duruma ulaşmıştır ki; Pasifik’te sonuna kadar yürütülecek olan yeni bir dünya savaşı, uluslararası devrim tarafından önüne geçilmediği taktirde kaçınılmazdır.
Washington konferansı bu ürkütücü tehlikeyi ortadan kaldırma girişimiydi, fakat gerçekte yalnızca emperyalist çelişkileri derinleştirip, keskinleştirdi. Çin’ de, yakın zamandaki Wu Pei-fu ile Chang Tso-lin arasında süren mücadele, Japon ve Anglo-Amerikan sermayelerinin çelişen çıkarlarını uyumlu hale getirme çabalarının başarısızlığa uğramasının doğrudan bir sonucuydu. Dünyayı tehdit eden yeni savaş sadece Japonya, Amerika ve İngiltere’yi değil, diğer kapitalist devletleri de kapsayacaktır (Fransa, Hollanda, vb.). 1914-18 savaşından bile daha büyük bir yıkım tehdidi ile karşı karşıyayız.
Pasifik’in sömürge ve yarı-sömürge ülkelerindeki komünist partilerin görevi; bu tehlikeyi kitlelerin gözünde netleştirmek, kitleleri ulusal kurtuluş mücadelesine aktif olarak çekmek ve kendilerini tüm ezilen ve sömürülen kitlelerin kalesi olan Sovyet Rusya’ya doğru yönlendirmek için güçlü bir propaganda yürütmektir.
Emperyalist ülkelerin, Amerika, Japonya, İngiltere, Avustralya ve Kanada’ nın komünist partileri bu ürkütücü tehlikenin karşısında kendilerini savaşa karşı propaganda ile sınırlandırmamalı, bu ülkelerdeki işçi hareketini örgütsüzleştiren ve kapitalistlerin uluslar ve ırklar arasındaki antagonizmaları istismar etmelerini kolaylaştıran etmenleri ortadan kaldırmak için her türlü çabayı göstermelidirler. Bu etmenler şunlardır: Göç sorunu ve ucuz renkli [beyaz olmayan insanlar kastediliyor –ç.n.] emek-gücü sorunu.
Sözleşmeli emeğin kontrat sistemi bugün bile, işçileri Çin ve Hindistan’dan getirilen Güney Pasifik bölgesinin şeker plantasyonlarındaki beyaz olmayan işçileri toplamanın en önemli aracıdır. Bu, emperyalist ülkelerdeki işçileri, göçü yasaklayan yasalar talep etmeye ve Amerika ve Avustralya’nın ikisinde de beyaz olmayan işçilere karşı bir düşmanlığı teşvik etmektedir. Bu tip yasalar beyaz ve beyaz olmayan işçiler arasındaki antagonizmaları derinleştirmekte ve işçi hareketini bölüp, zayıflatmaktadır.
Amerika, Kanada ve Avustralya’nın komünist partileri, göçü yasaklayan kanunlara karşı enerjik bir kampanya yürütmek ve bu ülkelerin proleter kitlelerine, bu tip yasaların ırk düşmanlığını teşvik ederek sonuçta kendilerine zarar vereceğini açıklamak zorundadırlar.
Diğer taraftan kapitalistler, ucuz renkli emek-gücünün serbestçe girişini kolaylaştırmak ve böylece beyaz işçilerin ücretlerini düşürmek amacıyla göçü yasaklayan yasaları ortadan kaldırmaya hazırlanıyorlar. Bu amaçları ancak tek bir şey sayesinde başarıyla boşa çıkarılabilir; göçmen işçiler beyaz işçilerin varolan sendikalarına yazılmalıdırlar. Aynı zamanda, beyaz olmayan işçilerin ücret düzeylerinin, beyaz işçilerin ücret düzeylerine yükseltilmesi de talep edilmelidir. Komünist partilerin atacağı böyle bir adım, kapitalistlerin hedeflerini teşhir edecek ve aynı zamanda beyaz olmayan işçilere açıkça gösterecektir ki; uluslararası proletarya hiçbir ırksal önyargı tanımaz.
Bu adımları atmak için, Pasifik ülkelerindeki devrimci proletaryanın temsilcileri, doğru taktikleri değerlendirmek ve Pasifik’teki her ırktan proletaryanın gerçek birliği için uygun bir örgütsel biçim tasarlamak amacıyla bir konferans toplamalıdırlar.
Sömürgelerdeki devrimci hareketlerin uluslararası proleter devrim açısından taşıdığı muazzam önem, ilkin emperyalist güçlerin komünist partilerince, sömürgelerdeki çalışmaları yoğunlaştırmayı zorunlu kılıyor.
Fransız emperyalizmi tüm hesaplarını, sömürgelerindeki işçilerini karşıdevrimin yedek ordusu olarak kullanarak Fransa ve Avrupa’daki proletaryanın devrimci mücadelesinin bastırılması üzerine kuruyor. İngiliz ve Amerikan emperyalizmi, işçi aristokrasisine sömürgelerdeki sömürüden elde ettikleri aşırı-kârın belli bir bölümünü vermeyi vaat etmekle bunları kendi safına çekerek işçi hareketini bölmeye halen devam ediyor.
Sömürgesi olan ülkelerin komünist partileri, sömürgelerdeki proleter ve devrimci hareketler için sistematik bir moral ve maddi yardımı örgütleme görevini üzerlerine almalıdırlar. Sömürgelerde iyi ücret alan Avrupalı işçilerin bazı kategorilerinin sömürgecilik karşısındaki sözde sosyalist eğilimleri ile çok sıkı bir biçimde ve inatla mücadele edilmelidir. Sömürgelerdeki Avrupalı komünist işçiler, yerli proletaryayı örgütlemeye çaba göstermeliler ve somut ekonomik taleplerle (yerli işçilerin ücretlerinin Avrupalı işçilerin düzeyine çıkarılması, iş güvencesi, sosyal sigorta vb.) onların güvenini kazanmalıdırlar. Sömürgelerde ayrı Avrupalı komünist örgütlerin oluşumu (Mısır, Cezayir) sömürgeciliğin gizli bir biçimidir ve yalnızca emperyalistlerin çıkarlarına yardım ederler. Komünist örgütlerin ulusal temelde oluşumu, proleter enternasyonalizminin ilkeleri ile bağdaşmaz. Komünist Enternasyonal’in tüm partileri, geniş çalışan kitlelere, geri ülkelerdeki emperyalist yönetime karşı mücadelenin büyük önemini açıklamak zorundadırlar. Büyük güçlerin ülkelerinde faaliyet gösteren komünist partileri, söylenen hedefleri izlemek için Merkez Komite üyelerinden oluşan kalıcı sömürge komisyonları kurmalıdırlar. Komünist Enternasyonal asistanlığını, öncelikle yerel bir basın kurulmasına yardım ederek ve süreli yayınlar ve gazetelerin yerel dilde yayınlamasıyla yerine getirebilir. Sömürgelerdeki Avrupalı işçilerin örgütlerine ve işgalci birlikler arasında faaliyet göstermeye özel bir dikkat sarf edilmelidir. Büyük güçlerin ülkelerinin komünist partileri, emperyalist hükümetlerinin ve burjuva ve reformist partilerinin yağmacı sömürge politikalarını teşhir etmek için hiçbir fırsatı kaçırmamalıdırlar.